DİYARBAKIR (2. Bölüm) 10-11 Ocak 2015
AHMED ARİF VE CAHİT SITKI TARANCI MÜZELERİ

Ahmed Arif Müzesi Kapısı

Ahmed Arif’in Anadolu Şiiri
Edebiyatçıların müzesini görünce nasıl seviniyorum bilemezsiniz… Bir ülkenin, önemli insanlarına verdiği değerin en önemli göstergesidir kişiye özgü müzeler. Burgaz Ada’da Sait Faik Müzesi ne kadar güzeldi. Ama Burgaz Ada zaten Sait Faik’le anılır olmuştu. Müzesinin olması da çok doğaldı. Diyarbakır’da Ahmed Arif ve Cahit Sıtkı Tarancı Müzelerini görünce ayrı bir sevinç kapladı içimi. Bu iki büyük şairin müzelerinin olması ne büyük bir onur Diyarbakır için. Ahmed Arif Edebiyat Müze Kütüphanesi, Kültür Bakanlığı tarafından işletiliyor. Giriş ücretsiz. İçinde, isminde olduğu üzere bir de kütüphane var. Müzede Leyla Erbil’e yazdığı mektupların eksikliği hissediliyor ama o kadar olur artık… Biz de İş Bankası Yayınları’ndan çıkan “Leylim Leylim” kitabından öğreniriz bu büyük aşkı. Ahmed Arif, gençliğimizde en sevdiğimiz şairlerden. Yaşamında yayınlanan sadece tek şiir kitabı ile gönüllere bu kadar taht kurmuş başka bir şair yoktur herhalde. “Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabı gençliğimizde elimizden düşmezdi. Nerdeyse ezberlemiştik şiirlerini. Birçoğu bestelendi. Müze ile ilgili fotağraflara ulaşmak için buraya tıklayınız. Keşke diyorum, keşke tüm yazar ve şairlerin anıları böyle müzelerde yaşatılabilse… Dünya’nın en büyük şairlerinden Nazım Hikmet mesela… Nazım için Boğaziçi Üniversitesi’nde bir merkez açılışı ve bu merkezin müzeyi de barındıracağı haberiyle avunuyoruz. Bu ülke Nazım için müzeler kompleksi açsa yeridir aslında… Vasiyetini yerine getiremediysek, Anadolu’da bir köy mezarlığına defnedemediysek de müzeler ile onu yaşatabilmeli ve genç kuşaklara tanıtabilmeliyiz.
Ardından Cahit Sıtkı Tarancı Müzesi’ni geziyoruz. Ahmed Arif’in yoksul bir aileden gelmesine karşın Cahit Sıtkı Tarancı varlıklı bir ailenin ferdiymiş. Ailenin oturduğu ev müze yapılmış. Ev dendiğine bakmayın büyük bir konak aslında. Bir malikane… Özgün Diyarbakır evlerinin en güzel örneklerinden biri. Ortada geniş bir avlu ve süs havuzu, avluyu çevreleyen birleşik ya da ayrı dört bina. Her binada birçok oda, mutfak ve banyo. Binalar genelde bazalt taşından yapılmış. Delikli ve hafif olanlarına dişi taş deniyor. Deliksiz ve ağır olanları erkek taş. Kullanım yerleri de değişiyormuş. Delikli dişi taşların yerlere döşenmesinin esbab-ı mucibesi şuymuş; Yerlere güzel koku veren sıvılar dökülürmüş. Sıvı gözenekli dişi taşın deliklerine yerleşip güneş vurdukça gün boyu rayihası etrafa yayılarak çok güzel kokular verirmiş.
Cahit Sıtkı Tarancı Müzesi, Diyarbakır evlerini çok güzel anlatan açıklamalarla dolu olduğu gibi, sanatçının yaşamını da en ince ayrıntısına kadar anlatan levhalarla donatılmış. Okuduğu ilkokulu telaffuzda epey zorlanıyoruz; Diyarbakır Numune-i Terakki-i Hamidi Mekteb-i İptidaisi”. Ardından İstanbul’a gönderilmiş ve Saint-Joseph Ortaokulu ile Galatasaray Lisesi’ni bitirmiş. Eğitim mükemmel de babasının istediği gibi vali olmamış.
Müzelerden öğrenilecek ne kadar çok konu olduğunu, birçok müzeye göre çok basit olan bu müzede bile birçok şey öğrenerek daha iyi anlıyoruz. Cahit Sıtkı Tarancı Müzesi’nin fotoğraflarına ulaşmak için tıklayın.
SOKAKLAR, CADDELER, MEDRESELER
Ardından Zinciriye Konağı’nda bir çay-kahve molası veriyoruz. Özel bir bölümde rahatlayıp yayılıyoruz. Bize bir de ısıtıcı getirdiler ki keyfimize diyecek yok. Ayaklarımız buz tutmak üzere olduğundan burada iyice rahatlıyoruz. Çarşıdan bir yün çorap daha alıp iki çorap üst-üste giymeye karar veriyoruz. Burada gül çayını tadıyoruz. Hoş bir lezzet.
Daha sonra Zinciriye Mederesesi’ni dolaşıyoruz. Aslında bir vakfa tahsis edilmiş durumda ama görevlisi bizi nazik bir şekilde davet edip gezdiriyor. Küçüklere ve yetişkinlere Kuran kursu veriliyormuş. Ünlü âlim El Cezerî bu medresede dersler vermiş. Medrese, Ulu Camii’nin arkasında, neredeyse bitişik sayılır.
Diyarbakır’ın caddeleri ve sokakları da ayrı bir keyif. Caddede çocuklar el arabası ile bir şeyler satıyor. El arabası dolu ve üstü bir bezle örtülmüş. Üstünde pideye benzeyen bir ekmek var. Bu ekmek Diyarbakır’a özgü “tendür” ekmeğiymiş.
DÖRT AYAKLI MİNARE VE KİLİSELER
Sırada Dört Ayaklı Minare ve kiliseler var. Önce Dört Ayaklı Minare’ye geliyoruz. Minare aslında Şeyh Muhattar Camii’nin minaresi ama camii ile arasında 20 m. mesafe var. İşin en ilginç yanı, şu anda minare yolun tam ortasında kalmış. Bu minareye içim sızladı açıkçası. Hem yalnız bırakılmış hem de sokağa terk edilmiş bir yetim gibi hissettim. Zamana karşı direnebilsin diye çelik kuşakla çevrelenmiş ama yine de yolun ortasında bir başına, “beni kurtarın” der gibiydi… Böyle bir tarihi eserin yanına nasıl çirkin betonarme binalar yapılmış, insan inanamıyor. Bu açıkçası bir kent katliamı. Aşağıda kent katliamı ile ilgili açıklamaları bulacaksınız. Biz kiliselerle devam edelim yolumuza.
Dört Ayaklı Minare’nin olduğu kavşaktan sola dönüp ilk sokaktan (Şeftali Sokağı) sağa döndüğünüzde karşınıza Mar Petyun Keldani Katolik Kilisesi çıkacak. Çok önemli bir tarihi eser. Restorasyonu yapılmış ama yan tarafındaki müştemilat ne yazık ki yıkık halde duruyor. İnşallah en yakın zamanda bu güzel eser de restore edilir. Kilisenin M.S. 4. ya da 5. yüzyılda inşa edildiği tahmin ediliyor. Bizlere kalmış çok önemli bir miras. Fotoğraflar için buraya tıklayın.
Buradan çıkınca doğru diğer önemli kiliseye gidiyoruz; Surp Giragos Ermeni Kilisesi. Hiç ummadığımız kadar büyük bir kilise kompleksiyle karşılaşıyoruz. Katedralden biraz küçük ama kiliseden epey büyük görkemli bir yapı. Zamanında buradaki nüfusun büyük bir çoğunluğu Ermeni imiş. Bu kilise bize Diyarbakır’daki Ermeni nüfusunun ne kadar etkin olduğunu da kanıtlıyor. Şimdilerde çok az kalmış Ermeni dostlarımızın kültürlerine sahip çıkması ne güzel. Dışarıda kilisenin tarihi ile açıklayıcı levhalar yerleştirilmiş. Kilisenin görevlisi ile koyu bir sohbete dalıyoruz. “Kürt hareketi sayesinde bugün Ermeniler biraz daha özgür yaşıyor” diyor. Evde Ermenice değil Kürtçe konuşuyorlarmış. Bir zamanlar bu bir zorunluluktu ama şimdi alıştık diyor. Kendisine görevinde başarılar diliyoruz. Fotoğraflarda kilisenin görkemli bir çan kulesi olduğunu görüyoruz. Eski küçük kule yıldırım düşmesi nedeniyle yıkılınca, 1914 yılında yenisi yapılan bu güzel kule, ne yazık ki 1916 yılında minarerelerden daha uzun olduğu için yıkılmış. Sadece 2 yıl yaşabilmiş bu kuleye üzülüyoruz. İzmir’deki Rum Ortodoks Aya Fotini Kilisesi’nin görkemli kulesi de bu nedenle yıkılmıştı. Yazık ki ne yazık… Surp Giragos’a, yıldırım düşerek yıkılan eski kulenin aynısı yeniden yapılmış. Bakımsızlıktan çöken çatısı da onarılmış ve pırıl pırıl bir kilise olarak bugün faaliyette. Restorasyonda emeği geçenleri kutlarız. Bu tarihi değerlere sahip çıkıp yaşatan Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’ne ve Kültür Bakanlığı’na şükranlarımızla…Kilisenin fotoğrafları için buraya tıklayın.
KENT KATLİAMI
Diyarbakır’ın sur içi diye tanımlanan bölgesi büyük bir hazine. Düşünün, milattan önce 3000 yılından başlayan tam 33 uygarlık gelmiş geçmiş bu kentin surlarından. Bunların hepsi sur içinde yaşamış. Hepsinin bıraktığı zengin bir tarih var sur içinde. Ama biz ne yapmışız? Tarihin üzerine kaçak binalar inşa etmişiz. Söylenenlere göre 1970’li yıllarda başlamış bu katliam. Dileyen dilediği yere bina yapmaya başlamış. Sevimsiz, özensiz, sadece başımızı sokalım diye yapılan gecekondu benzeri betonarme binalar. Bakıyorsunuz tarihin tüm katmanlarını taşıyan bir duvar yükseliyor yanınızda, ama duvara bitişik yapılan 70’li yılların betonarme binası yaslandıkça yaslanmış tarihi duvara… İçiniz sızlıyor. Tarihi camilerin, kiliselerin yanında, berisinde sıkça görüyorsunuz bu özensiz yapılaşmayı.
Tamamı kaçak olan bu yapılaşma, 1984 yılında Turgut Özal’ın imar affı ile tam bir katliama dönüşmüş; kent katliamına… Tüm kaçak binalar tapularını almış. Tabii Dört Ayaklı Minare de kalmış yolun ortasında. Mülkiyet hakkı üstündür ya… Dört Ayaklı Minare’nin yüzüne bakan yok. Sahibi yok. Yetim. Zavallı. Etrafını çevirip korusak, olmaz, çünkü yolu kapatamazsın.
İçkale’de yıkım başlamış ama tüm konutlar kamulaştırma yapılarak yıkılmak zorunda. Bu da epey büyük bir ödenek gerektiriyor.
Aynı durum Mardin’de de var. Tarihi Mardin şimdi temizlenmeye çalışılıyor. İşimiz zor ama bu temizliğin yapılması lazım. İzmir’de de Agora’dan Kadifekale’ye kadar temizlik başladı ve Roma Tiyatrosu yüzünü gösterdi. Yılmadan devam, tüm zorluklara rağmen…
3 Yorumlar »